Tırtıl, tırtılın sonu pır pır kelebek...
Bazen sen de şöyle bi soru soruyo musun kendine? "Dünyaya neden geldim? Amacım ne? Ne için ve ne uğruna bunca zahmete katlanıyorum?" gibi.
Ben çok sık soruyorum bu soruyu kendime. Ama farkettiğim üzere, bunca zaman bu soruyu hep ya karamsar yada umutsuz hissettiğim anlarda soruyormuşum. Şu an kendimi kaygılı veya umutsuz, çaresiz hissetmiyorum ve senin huzurunda yanıtlayacağım bu soruyu. Çok heyecanlıyım :)
Tarihi bi ana tanıklık ediyosun okuyucu, kıymetini bil ve eğlenmene bak istersen :) (Aslında yanıt çok klişe ve basit. "Bunca övgüden sonra bu mudur yani?" diyebilirsin. Ama eldeki malzeme bu üzgünüm.)
Elde etmeye çabaladığımız tüm başarılar için (eğitim, finans, meslek/kariyer, yaşam kalitesi, aile kurma, çocuk dünyaya getirme/yetiştirme vs.) saatin ve takvimin ayrı işlediğini ya bazımız biliyoruz işimize gelmiyor yada bilmiyor hatta yetinmeyip saçma bulduğumuz için öğrenmek istemiyoruz.
Halen bi yanıt vermediğimin farkındayım ama hazır bu yazdıklarımı okuyacak birisini bulmuşken meramımı anlatmama izin ver, sevgili okuyucu.
Sözüm, konu hakkında bir şey bilmeden "bıdı bıdı yapıyor hergele" diye düşenenler için geliyor. Tırtılı düşünelim. Bu zeki canlılar havanın sıcaklığı, kozanın konumu vs. kısaca dış etmenlerin etkisine göre kozadan kelebeğe dönüşüyor. Zeki diyorum çünkü, bu vücutta gezindiğini düşününce sevimsiz ama görüntüsü de bana göre bi o kadar sevimli canlılar, hiçbir türünü erken veya geç kozadan çıktığı için eleştirip zaten kısıtlı olan zamanlarını birbirlerine dar etmiyorlar. Dış etmenlerin etkisini bildiklerini sanmıyorum ama bilseler bile "ya bırak Feyzullah abi, senin kozanın yerinde ben olacam ki, uff ne biçim kelebek olurdum" gibi kıyas ve eleştiri yapacaklarını da düşenemiyorum. Buna göre düşünecek olursak, güya mükemmel olduğunu iddia ettiğimiz insan mı, yoksa bizim sevimli(!) tırtıl dostlarımız mı daha zeki, kontrollü, algı ve sağduyu sahibi? Aslında hiçbir önemi yok hangisinin zeki olduğunun, ayrıca biliyorum zaten bu bize hiçbir şey kazandırmaz.
Yeterki, her canlıdan bir şey öğrenme algımız açık olsun. Derdim bu. Mesela ilkokul 3.sınıf öğrencisiyken, helikopterin sinekten ilham alınarak ve uzunca bir süre gözlemlenerek tasarlandığını öğrendiğimde ağzım öylece açık kalmıştı. Öğretmenim "ağzını kapat evladım sinek kaçacak" dediğinde farkına varmıştım :)
Şimdi sıra yanıtta. Binlerce yanıt verilebilecek bir soru olmasına rağmen, ortak tek bi şey buldum, ÖĞRENMEK. Peki öğrenmedeki amaç ne ola? Seni bilemem ama sayın okuyucu, ben yıllarca kendime hangi konuda olursa olsun öğretebilen olamayacağımı ve hiçbir konuda ders veremeyeceğime kendimi öyle inandırmıştım ki, taki bir insana bilmediği ama ilgisinin olduğu bi konuda fikir verirken "aslında yapabilirmişim" deyip, gözlerindeki o ışığı görene kadar. Yada okuduğum bi kitaptan alıntı yaptığımda, karşımdakinin de okumaya heveslenmesini görene kadar.
O zaman yanıt salt ÖĞRENMEK değil, aynı zamanda da ÖĞRETMEK imiş. Şimdi bi düşün, sayısının hiçbir önemi olmadan insanlara bildiğin bir şeyi öğrettiğini ve karşındaki insanın senden ilham aldığını ve o muazzam mutlu olduğunu farketme hissini. Evet, bu senin sayende oldu, hiç mütevazi olma.
Mülki idarecilik iliklerimize kadar işlemiş. Mülkiyete karşı bir insan olarak arada benim de maalesef bu tuzağa düştüğüm oluyor. "Ben onca çabalasam, çırpınsam bile birgün öleceğim ve hepsi bitecek, o zaman niye bu kadar kendimi hırpalayım ki?" İşin özü, ölümü unutarak yada unutturarak (mülkiyet hırsı ile) değil de, sanki "evet ölüm var, tam da bunun için hırpalamalıyım kendimi" diyebilmek. Sen de, ben de, herkes de gizliden gizliye şöyle bi his yok mudur;
Mesela herhangi konuda bir bilgi sadece sırf bana bahşedilmiş bi yetenek ve ben olmazsam bu bilgi sonsuza kadar öğrenilemeyecek çok bilinmeyenli bi denklem olacak gibi bir his. Umarım sende de vardır, eğer yoksa kendimi özel hissedeceğim :)
Sıradan bir vatandaşa bir şaka yapsak, konusu şu:
"Sen peygambersin ve seçilmiş kişisin" Nasıl mı? Başta komik ama sonrası bence daha da komik.
Her gece bu vatandaşa vahî götürsek ve ikna edebilmek için de ertesi gün olacakları (tabî yine kendi düzenleyeceğimiz planları) söylesek, kaç günde ikna olur? Bak, sevgili okuyucu ay yada yıl değil gün. Çünkü, gizliden gizliye her insanda vardır "ulan şerefsizim hissediyordum, bende bi keramet olduğunu" inancı. İstediği kadar dini bütün ve inanç sahibi olsun, değişmez.
Keşke olsa ama malesef eldeki malzememiz bu ve bununla (ufacık et parçası olan -beyin- ile) idare edeceğiz. Koşullar çok daha fazlasına müsait farkındayım :)
Ben galiba öğrendiklerimi veya bana öğretileni kendi üslubumca bir başkasına aktarmak için dünyaya gelmiş olabilirim. Mesela bu da benim yeteneğim olsun. Bence mükemmel bi yetenek, bi nevi tercümanlık gibi. Geçmişte öyle çok aman aman bi başarı listem yok diye gereksiz mütevazılığa soyunmayacağım. Evet, var çünkü. İlkokul 1.sınıfta ilk kırmızı kurdaleyi ben takmıştım (o yaşlarda çok popüler ve havalı bi durumdu). Yine ilkokul 2.sınıfta aşık olmuş ve ilk aşk mektubumu yazmıştım. Bunu şimdi yapsam pek gurur veya övünç vermez, kabul. Ama o yaşlarda çoğu yaşıtımın alfabeyi veya okumayı yazmayı bilmediği düşünülürse.. Hem mektup yazmak, hem de aşık olmak cidden nobellik bi girişim bence :) Henüz 7/8'li yaşlarda aşk acısı çekmek gibi muazzam duyguyu yaşadım, bu da benim nirvanamdı galiba. Acı çektim diyorum, çünkü imkansızdı. Hem sınıf, hem de okul disiplin kurulu öğretmenimin kızıydı. Okuldan atılmama ramak kala kurtulmuştum :)
Neyse efendim konumuza dönecek olursak eğer, hayat her zaman güllük gülistanlık değil tabi. Üstelik nereye, hangi şartlarda ve ne için geldiğini bilmiyorsan işin çok mu çok zor. Ben dünyaya, alt ekonomik sınıfa mensup bir ailede imkanların belli ölçülerde olduğu ve bazı hayat şartlarının çok uzağında geldim. Ve bu şartlarda geldiğim dünyadan çiçekler toplama amacıyla geldim. Sadece çiçek ama. Çünkü arada yaban otları ve dikenler de çıkabilir karşıma, biliyorum.Ama olsun benim derdim çiçek toplamaksa, yaban otlarıyla veya dikenlerle ilgilenen canlılar meşgul olsun. Elim ayağım kanayabilir, canım yanabilir, çok doğru. O zaman da önce kendimi iyileştirmeyi öğrenmeliyim, dikenleri veya otları öğrenmeye, onlarla bir ömür geçirecekmişcesine çabalayacak kadar vaktim olduğunu sanmıyorum.
Ayrıca öğrenmem gereken bir şey daha var sanırım. Topladığım çiçeklerden bir taç yapmak ve sevdiceğim o muazzam kadının alnına nazikçe bırakabilmek. Vakitlice, güzel dileklerle ve iyikilerle sahneden ayrılabilmek. Aranızda bulunmak çok güzeldi sayın okuyucu diyebilmek :)
Şu son dönemlerimde biraz iyiki, biraz çiçek ve çokca özlem toplayıp biriktirerek geçiriyorum.
Kim bilir, bir gün ben de yanağından usulca öperek uyandırırım sevdiğimi. Pencereyi aralar ve "hadi aç gözlerini" derim. O büyülü anın fotoğrafını karşımızdaki "günaydın" diye cıvıldaşan şerçeler çeker, pencere önündeki sardunya çiçeği de şahit olur bu rüyamıza.
Bu arada pek sayın muhterem okuyucu, biriktirdiklerimi tüketmeden ve kullanmadan gitmeye hiç ama hiç niyetim yok. Neme lazım, belki gideceğim yerde çiçekler ve iyikiler geçmiyodur, üzerimde değil ihtiyacı olanda kalsın :)
Hoşça kalın...
Ben çok sık soruyorum bu soruyu kendime. Ama farkettiğim üzere, bunca zaman bu soruyu hep ya karamsar yada umutsuz hissettiğim anlarda soruyormuşum. Şu an kendimi kaygılı veya umutsuz, çaresiz hissetmiyorum ve senin huzurunda yanıtlayacağım bu soruyu. Çok heyecanlıyım :)
Tarihi bi ana tanıklık ediyosun okuyucu, kıymetini bil ve eğlenmene bak istersen :) (Aslında yanıt çok klişe ve basit. "Bunca övgüden sonra bu mudur yani?" diyebilirsin. Ama eldeki malzeme bu üzgünüm.)
Elde etmeye çabaladığımız tüm başarılar için (eğitim, finans, meslek/kariyer, yaşam kalitesi, aile kurma, çocuk dünyaya getirme/yetiştirme vs.) saatin ve takvimin ayrı işlediğini ya bazımız biliyoruz işimize gelmiyor yada bilmiyor hatta yetinmeyip saçma bulduğumuz için öğrenmek istemiyoruz.
Halen bi yanıt vermediğimin farkındayım ama hazır bu yazdıklarımı okuyacak birisini bulmuşken meramımı anlatmama izin ver, sevgili okuyucu.
Sözüm, konu hakkında bir şey bilmeden "bıdı bıdı yapıyor hergele" diye düşenenler için geliyor. Tırtılı düşünelim. Bu zeki canlılar havanın sıcaklığı, kozanın konumu vs. kısaca dış etmenlerin etkisine göre kozadan kelebeğe dönüşüyor. Zeki diyorum çünkü, bu vücutta gezindiğini düşününce sevimsiz ama görüntüsü de bana göre bi o kadar sevimli canlılar, hiçbir türünü erken veya geç kozadan çıktığı için eleştirip zaten kısıtlı olan zamanlarını birbirlerine dar etmiyorlar. Dış etmenlerin etkisini bildiklerini sanmıyorum ama bilseler bile "ya bırak Feyzullah abi, senin kozanın yerinde ben olacam ki, uff ne biçim kelebek olurdum" gibi kıyas ve eleştiri yapacaklarını da düşenemiyorum. Buna göre düşünecek olursak, güya mükemmel olduğunu iddia ettiğimiz insan mı, yoksa bizim sevimli(!) tırtıl dostlarımız mı daha zeki, kontrollü, algı ve sağduyu sahibi? Aslında hiçbir önemi yok hangisinin zeki olduğunun, ayrıca biliyorum zaten bu bize hiçbir şey kazandırmaz.
Yeterki, her canlıdan bir şey öğrenme algımız açık olsun. Derdim bu. Mesela ilkokul 3.sınıf öğrencisiyken, helikopterin sinekten ilham alınarak ve uzunca bir süre gözlemlenerek tasarlandığını öğrendiğimde ağzım öylece açık kalmıştı. Öğretmenim "ağzını kapat evladım sinek kaçacak" dediğinde farkına varmıştım :)
Şimdi sıra yanıtta. Binlerce yanıt verilebilecek bir soru olmasına rağmen, ortak tek bi şey buldum, ÖĞRENMEK. Peki öğrenmedeki amaç ne ola? Seni bilemem ama sayın okuyucu, ben yıllarca kendime hangi konuda olursa olsun öğretebilen olamayacağımı ve hiçbir konuda ders veremeyeceğime kendimi öyle inandırmıştım ki, taki bir insana bilmediği ama ilgisinin olduğu bi konuda fikir verirken "aslında yapabilirmişim" deyip, gözlerindeki o ışığı görene kadar. Yada okuduğum bi kitaptan alıntı yaptığımda, karşımdakinin de okumaya heveslenmesini görene kadar.
O zaman yanıt salt ÖĞRENMEK değil, aynı zamanda da ÖĞRETMEK imiş. Şimdi bi düşün, sayısının hiçbir önemi olmadan insanlara bildiğin bir şeyi öğrettiğini ve karşındaki insanın senden ilham aldığını ve o muazzam mutlu olduğunu farketme hissini. Evet, bu senin sayende oldu, hiç mütevazi olma.
Mülki idarecilik iliklerimize kadar işlemiş. Mülkiyete karşı bir insan olarak arada benim de maalesef bu tuzağa düştüğüm oluyor. "Ben onca çabalasam, çırpınsam bile birgün öleceğim ve hepsi bitecek, o zaman niye bu kadar kendimi hırpalayım ki?" İşin özü, ölümü unutarak yada unutturarak (mülkiyet hırsı ile) değil de, sanki "evet ölüm var, tam da bunun için hırpalamalıyım kendimi" diyebilmek. Sen de, ben de, herkes de gizliden gizliye şöyle bi his yok mudur;
Mesela herhangi konuda bir bilgi sadece sırf bana bahşedilmiş bi yetenek ve ben olmazsam bu bilgi sonsuza kadar öğrenilemeyecek çok bilinmeyenli bi denklem olacak gibi bir his. Umarım sende de vardır, eğer yoksa kendimi özel hissedeceğim :)
Sıradan bir vatandaşa bir şaka yapsak, konusu şu:
"Sen peygambersin ve seçilmiş kişisin" Nasıl mı? Başta komik ama sonrası bence daha da komik.
Her gece bu vatandaşa vahî götürsek ve ikna edebilmek için de ertesi gün olacakları (tabî yine kendi düzenleyeceğimiz planları) söylesek, kaç günde ikna olur? Bak, sevgili okuyucu ay yada yıl değil gün. Çünkü, gizliden gizliye her insanda vardır "ulan şerefsizim hissediyordum, bende bi keramet olduğunu" inancı. İstediği kadar dini bütün ve inanç sahibi olsun, değişmez.
Keşke olsa ama malesef eldeki malzememiz bu ve bununla (ufacık et parçası olan -beyin- ile) idare edeceğiz. Koşullar çok daha fazlasına müsait farkındayım :)
Ben galiba öğrendiklerimi veya bana öğretileni kendi üslubumca bir başkasına aktarmak için dünyaya gelmiş olabilirim. Mesela bu da benim yeteneğim olsun. Bence mükemmel bi yetenek, bi nevi tercümanlık gibi. Geçmişte öyle çok aman aman bi başarı listem yok diye gereksiz mütevazılığa soyunmayacağım. Evet, var çünkü. İlkokul 1.sınıfta ilk kırmızı kurdaleyi ben takmıştım (o yaşlarda çok popüler ve havalı bi durumdu). Yine ilkokul 2.sınıfta aşık olmuş ve ilk aşk mektubumu yazmıştım. Bunu şimdi yapsam pek gurur veya övünç vermez, kabul. Ama o yaşlarda çoğu yaşıtımın alfabeyi veya okumayı yazmayı bilmediği düşünülürse.. Hem mektup yazmak, hem de aşık olmak cidden nobellik bi girişim bence :) Henüz 7/8'li yaşlarda aşk acısı çekmek gibi muazzam duyguyu yaşadım, bu da benim nirvanamdı galiba. Acı çektim diyorum, çünkü imkansızdı. Hem sınıf, hem de okul disiplin kurulu öğretmenimin kızıydı. Okuldan atılmama ramak kala kurtulmuştum :)
Neyse efendim konumuza dönecek olursak eğer, hayat her zaman güllük gülistanlık değil tabi. Üstelik nereye, hangi şartlarda ve ne için geldiğini bilmiyorsan işin çok mu çok zor. Ben dünyaya, alt ekonomik sınıfa mensup bir ailede imkanların belli ölçülerde olduğu ve bazı hayat şartlarının çok uzağında geldim. Ve bu şartlarda geldiğim dünyadan çiçekler toplama amacıyla geldim. Sadece çiçek ama. Çünkü arada yaban otları ve dikenler de çıkabilir karşıma, biliyorum.Ama olsun benim derdim çiçek toplamaksa, yaban otlarıyla veya dikenlerle ilgilenen canlılar meşgul olsun. Elim ayağım kanayabilir, canım yanabilir, çok doğru. O zaman da önce kendimi iyileştirmeyi öğrenmeliyim, dikenleri veya otları öğrenmeye, onlarla bir ömür geçirecekmişcesine çabalayacak kadar vaktim olduğunu sanmıyorum.
Ayrıca öğrenmem gereken bir şey daha var sanırım. Topladığım çiçeklerden bir taç yapmak ve sevdiceğim o muazzam kadının alnına nazikçe bırakabilmek. Vakitlice, güzel dileklerle ve iyikilerle sahneden ayrılabilmek. Aranızda bulunmak çok güzeldi sayın okuyucu diyebilmek :)
Şu son dönemlerimde biraz iyiki, biraz çiçek ve çokca özlem toplayıp biriktirerek geçiriyorum.
Kim bilir, bir gün ben de yanağından usulca öperek uyandırırım sevdiğimi. Pencereyi aralar ve "hadi aç gözlerini" derim. O büyülü anın fotoğrafını karşımızdaki "günaydın" diye cıvıldaşan şerçeler çeker, pencere önündeki sardunya çiçeği de şahit olur bu rüyamıza.
Bu arada pek sayın muhterem okuyucu, biriktirdiklerimi tüketmeden ve kullanmadan gitmeye hiç ama hiç niyetim yok. Neme lazım, belki gideceğim yerde çiçekler ve iyikiler geçmiyodur, üzerimde değil ihtiyacı olanda kalsın :)
Hoşça kalın...
Yorumlar
Yorum Gönder